Tunceli'de teröristler tarafından CHP Tunceli Milletvekili Hüseyin Aygün'ün kaçırılmasının ardından ortam epey karışmıştı. 2-3 gün sonra serbest bırakılan ve basın açıklaması yapan Aygün, çarpıcı açıklamalarıyla bu sefer kendisi ortalığı karıştırdı ve herkesi şoke etti. Dinledim ve kendi kendime dediğim cümle Hüseyin aygün gerçekten kaçırıldı mı yoksa kaçtı mı?
Çünkü kaçırıldığını bilmesek, ziyarete gitmiş gibi bir havası vardı. Biz PKK'nın bir milletvekilini kaçırarak propaganda yaptığını düşünürken, bir baktık Aygün PKK'nın propagandasını yapıyor.
Bir yandan da aklıma acaba CHP mi bir tezgah yaptı diye de gelmedi değil... Malum CHP, Atatürk'ün kurduğu parti ve sahip olduğu vasıflardan çok önce sıyrılmıştı. Atamızın kemikleri CHP'nin son durumu için sızlıyordur o da ayrı bir konu... Geçmişi aydınlık bir partinin milletvekilinden, terörle ilgili sözleri ve yaptığı açıklamalar hiç yakışmadı. Bu açıklamaları duyduktan sonra halk sorar tabi hani CHP'nin terörle mücadelesi? Hani Atatürkçü düşünce? Hani CHP'nin vizyonu bunlar nerde kaldı?
Eli silahlı, kana susamış canileri bize normal bir şeymiş gibi sempatik göstermeye kimse kalkışamaz. Şehit haberleriyle içi kan ağlayan, teröre nefret kusan bir toplum bunlara kanmaz.
Bakalım bu oyunun perde arkası da en kısa zamanda ortaya çıkacaktır. Şimdilik kafalarda soru işaretleri ile bekleyip göreceğiz...
Kimi sayın Öcalan der kimi de PKK'lılar için saygılı çocuklar der. Ama mehmetçiklerimize gelince birkaç mehmetçik için meclis mi toplanır derler! Hangi birine kızalım hangi birine laf söyleyelim. Meclis almış başını gidiyor sonumuz hayır olsun...
14 Ağustos 2012 Salı
Suriye, İran ve Türkiye Bermuda Üçgeni
Ortadoğu gerilimi dozunu giderek artırmakta… Suriye’deki olaylar konusunda Türkiye’yi suçlayacı açıklamalar yapan İran, Türkiye’yi hedef aldı. Türkiye’nin Suriye politikasını eleştiren İran Genelkurmay Başkanı, çok sert uyarılarda bulunarak bir nevi tehdit savurdu.
İran ile Türkiye arasında yaşanan gerginlik ve gizli rekabet, İran Genelkurmay Başkanı Firuzabadi'nin 'Böyle giderse Suriye'den sonra sıra Türkiye'ye gelecek' açıklamasıyla bu gerginlik zirve yaptı. Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar'ı, El-Kaide benzeri bir terörizmin yayılması konusunda uyardığını da dile getirdi. Ayrıca Suriye’de kaçırılan İran vatandaşlarının can güvenliğinden Türkiye’yi sorumlu tuttuğunu da ekledi.
Bu kızışmanın resmi, bize ‘Ortadoğu bölgesi yeniden mi şekilleniyor’ sorusunu beraberinde getirdi. Çünkü İran ve Türkiye, Ortadoğu’nun temel direkleridir. Bu iki ülke arasındaki tırmanan gerilimin sonucu ne Türkiye’ye ne de İran’a bir fayda sağlar. Bundan açık bir şekilde yararlanan ABD ve İsrail olacaktır. Devam eden sürtüşme Amerika’nın hedefleri doğrultusunda hareket ettikleri profilinden başka bir şey ortaya koymaz.
Peki İran neden Suriye rejimine destek verdi? Neden Türkiye’ye bu kadar ateş püskürdü?
İran’nın temel korkusu; Suriye rejiminin yıkılması dahilinde sıra onlara geleceği endişesi ve diğer yandan da Suriye üzerinden Hizbullahı destekleyemeyecek olmasıdır. Bu sebeple Türkiye’yi açık açık tehdit etti. Can alıcı noktadan vurmak isteyen İran, kozunu PKK terör örgütüyle oynamak istedi. Destek verdiği yüksek sesle söylenmese de bilinen bu durum, su yüzüne çıktı. Birleşmiş Milletlerde İran’ın nükleer enerji programına onay veren iki ülkeden biri olan Türkiye’ye resmen sırtını dönmüş oldu.
Türkiye’nin bundan sonraki hamlesi ise çok önemli. Bu problem daha fazla büyümeden tatlıya bağlanmalı, yoksa dış politikadaki mevzular iç politikayı bayağı bir zorlayacağa benziyor. İlk patlağını ise karşılıklı ülke vatandaşlarının vizesiz olarak seyahatini sağlayan uygulamayı 5-31 Ağustos arasında kaldırdığını açıkladı...
İran ile Türkiye arasında yaşanan gerginlik ve gizli rekabet, İran Genelkurmay Başkanı Firuzabadi'nin 'Böyle giderse Suriye'den sonra sıra Türkiye'ye gelecek' açıklamasıyla bu gerginlik zirve yaptı. Suudi Arabistan, Türkiye ve Katar'ı, El-Kaide benzeri bir terörizmin yayılması konusunda uyardığını da dile getirdi. Ayrıca Suriye’de kaçırılan İran vatandaşlarının can güvenliğinden Türkiye’yi sorumlu tuttuğunu da ekledi.
Bu kızışmanın resmi, bize ‘Ortadoğu bölgesi yeniden mi şekilleniyor’ sorusunu beraberinde getirdi. Çünkü İran ve Türkiye, Ortadoğu’nun temel direkleridir. Bu iki ülke arasındaki tırmanan gerilimin sonucu ne Türkiye’ye ne de İran’a bir fayda sağlar. Bundan açık bir şekilde yararlanan ABD ve İsrail olacaktır. Devam eden sürtüşme Amerika’nın hedefleri doğrultusunda hareket ettikleri profilinden başka bir şey ortaya koymaz.
Peki İran neden Suriye rejimine destek verdi? Neden Türkiye’ye bu kadar ateş püskürdü?
İran’nın temel korkusu; Suriye rejiminin yıkılması dahilinde sıra onlara geleceği endişesi ve diğer yandan da Suriye üzerinden Hizbullahı destekleyemeyecek olmasıdır. Bu sebeple Türkiye’yi açık açık tehdit etti. Can alıcı noktadan vurmak isteyen İran, kozunu PKK terör örgütüyle oynamak istedi. Destek verdiği yüksek sesle söylenmese de bilinen bu durum, su yüzüne çıktı. Birleşmiş Milletlerde İran’ın nükleer enerji programına onay veren iki ülkeden biri olan Türkiye’ye resmen sırtını dönmüş oldu.
Türkiye’nin bundan sonraki hamlesi ise çok önemli. Bu problem daha fazla büyümeden tatlıya bağlanmalı, yoksa dış politikadaki mevzular iç politikayı bayağı bir zorlayacağa benziyor. İlk patlağını ise karşılıklı ülke vatandaşlarının vizesiz olarak seyahatini sağlayan uygulamayı 5-31 Ağustos arasında kaldırdığını açıkladı...
Kuzey Suriye Kürt yapılanmasında Türkiye'nin durumu
Suriye’deki iç karışıklık ve yaşanan gelişmeler gündemde sıcaklığını korumaya devam etmekte. Suriye yönetimi meşruluğunu ve denetimini kaybettiği için doğal olarak şuan bölgede merkezi bir otorite yok. Merkezi otoritenin kaybı Kuzey Suriye’de boş bir meydan yarattı. Bu bölge politik ortam gereğince de PKK ve dış güçler destekli bir alan olarak ele geçirildi. PKK eğilimli olan bölge, provokatif oyunlara imkan sağlayacak ortam doğurdu.
İşte bu noktada Suriye’deki karışıklığı fırsat bilip Kuzey toprakları ele geçirme yolunda olan PKK, birleşme planlarını hedeflemeye çalışmaktadır. Türkiye, Suriye rejimine karşı çıkarken bu konuda stratejik hata yaptı. Suriye Kürtlerinin PKK ile birleşmesi olanağını ellerine verdi. Çünkü olayların bu raddeye varacağını tahmin edemedi, hesaplayamadı. Suriye yanlıları ve muhalifler dişe diş kana kan savaşırken PKK, Kuzey Suriye’yi ele geçirdi. Karışıklıklardan nemalanan Kürtler tek bir kan bile dökmeden o topraklarda yerleşke kurdu.
Bir de buna Barzani’nin Kuzey Irak’ta terörist olarak yetiştirdiği Suriyeliler de eklenince ortaya daha farklı sonuçlar çıktı. Acaba bir Kürt devleti mi kuruluyor sorularını beraberinde getirdi. Kürtlerin Suriye’nin kuzeyine yerleşmeleri Türkiye için bir tehdit oluşturdu. Keza bu bölgede PKK bayrağı dikmeleri bunun en büyük göstergesiydi.
Tabi Kuzey Suriye Kürt toplanması, Kürtlere karşı olunduğundan değil, Suriye’nin kuzeyinde PKK’yla ilgili bir ayaklanmanın ve birleşmenin olmasına karşı olmaktır.İktidar ve yetkilileri bundan kaygı duydukları için açıklama yapma gereği duydular. Böyle bir yapılanmaya asla izin vermeyeceklerini defalarca belirttiler.
Esad’ın da Türkiye planları bir nevi yerine oturmaktadır. Esad rejimi, bu birleşmenin önünü açarak Türkiye için tehdit oluşturdu. Bizim PKK ile uğraşmamız, mücadele vermemiz onun da işine geldi. En son Esad’ın sağ kolu olan subayın Türkiye’ye gelmesi Esad’ı biraz daha hırslandırmıştı. Suriye’deki pozisyon, ülkemizde devam eden Kürt meselesiyle ilgili tartışmalarla etkileşim halinde. Bu sebeple Türkiye sınırındaki Şemdinli’de vatandaşlarımızın içine sızıp kışkırtmaya yönelik hareketler son günlerde iyice arttı. Suriye, çamurunu Türkiye’ye sıçrattı.
Yukarıda Barzani’nin Suriye Kürtlerini terörist olarak yetiştirip bölgeye yollamasından bahsetmiştim tekrar bu konuya, Barzani’nin ikili oynadığına değinmek istiyorum. Barzani’nin tıpkı babası gibi izlediği yol, Türkiye’yi arkadan vurmasıdır. Barzani’nin bir anda PKK’yla iş birliği yapması, PKK’yı desteklemesi Türkiye’yi bir kez daha hayal kırıklığına uğratmıştır.
Özetle; Türkiye birtakım karışıklıklara tanıklık ediyor. Fakat denildiği gibi kaygı duyulan mevzu bir Kürt bölgesi değil, tamamıyla ülkemizin aleyhine olan bir PKK bölgesidir. Bizlerin de yapması gereken; ülkemizde bu çeşit oyunlara izin vermeyip, birlik ve beraberlik içerisinde Türk-Kürt kardeşliğine haince sızan düşmanlara izin vermemektir!
İşte bu noktada Suriye’deki karışıklığı fırsat bilip Kuzey toprakları ele geçirme yolunda olan PKK, birleşme planlarını hedeflemeye çalışmaktadır. Türkiye, Suriye rejimine karşı çıkarken bu konuda stratejik hata yaptı. Suriye Kürtlerinin PKK ile birleşmesi olanağını ellerine verdi. Çünkü olayların bu raddeye varacağını tahmin edemedi, hesaplayamadı. Suriye yanlıları ve muhalifler dişe diş kana kan savaşırken PKK, Kuzey Suriye’yi ele geçirdi. Karışıklıklardan nemalanan Kürtler tek bir kan bile dökmeden o topraklarda yerleşke kurdu.
Bir de buna Barzani’nin Kuzey Irak’ta terörist olarak yetiştirdiği Suriyeliler de eklenince ortaya daha farklı sonuçlar çıktı. Acaba bir Kürt devleti mi kuruluyor sorularını beraberinde getirdi. Kürtlerin Suriye’nin kuzeyine yerleşmeleri Türkiye için bir tehdit oluşturdu. Keza bu bölgede PKK bayrağı dikmeleri bunun en büyük göstergesiydi.
Tabi Kuzey Suriye Kürt toplanması, Kürtlere karşı olunduğundan değil, Suriye’nin kuzeyinde PKK’yla ilgili bir ayaklanmanın ve birleşmenin olmasına karşı olmaktır.İktidar ve yetkilileri bundan kaygı duydukları için açıklama yapma gereği duydular. Böyle bir yapılanmaya asla izin vermeyeceklerini defalarca belirttiler.
Esad’ın da Türkiye planları bir nevi yerine oturmaktadır. Esad rejimi, bu birleşmenin önünü açarak Türkiye için tehdit oluşturdu. Bizim PKK ile uğraşmamız, mücadele vermemiz onun da işine geldi. En son Esad’ın sağ kolu olan subayın Türkiye’ye gelmesi Esad’ı biraz daha hırslandırmıştı. Suriye’deki pozisyon, ülkemizde devam eden Kürt meselesiyle ilgili tartışmalarla etkileşim halinde. Bu sebeple Türkiye sınırındaki Şemdinli’de vatandaşlarımızın içine sızıp kışkırtmaya yönelik hareketler son günlerde iyice arttı. Suriye, çamurunu Türkiye’ye sıçrattı.
Yukarıda Barzani’nin Suriye Kürtlerini terörist olarak yetiştirip bölgeye yollamasından bahsetmiştim tekrar bu konuya, Barzani’nin ikili oynadığına değinmek istiyorum. Barzani’nin tıpkı babası gibi izlediği yol, Türkiye’yi arkadan vurmasıdır. Barzani’nin bir anda PKK’yla iş birliği yapması, PKK’yı desteklemesi Türkiye’yi bir kez daha hayal kırıklığına uğratmıştır.
Özetle; Türkiye birtakım karışıklıklara tanıklık ediyor. Fakat denildiği gibi kaygı duyulan mevzu bir Kürt bölgesi değil, tamamıyla ülkemizin aleyhine olan bir PKK bölgesidir. Bizlerin de yapması gereken; ülkemizde bu çeşit oyunlara izin vermeyip, birlik ve beraberlik içerisinde Türk-Kürt kardeşliğine haince sızan düşmanlara izin vermemektir!
16 Haziran 2012 Cumartesi
Türkiye Gündeminde İn ve Out
Türkiye gündemini sarsan, değer kaybeden, yükselişe geçen, daha fazla konuşulan, popülerliğini yitiren, damgasını vuran olaylar, konular…
İN OUT
Türk-Kürt tartışması (↑) / Alevi-Sünni tartışması (↓)
4+4 memur zammı (↑) / 4+4+4 Eğitim Sistemi (↓)
CHP (↑) / MHP (↓)
Azerbaycan (↑) / Suriye (↓)
MÜSİAD (↑) / TÜSİAD (↓)
Türkçe (↑) / Diğer diller (↓)
Muhafazakar/Milliyetçi kesim (↑) / Aşırı sağ, aşırı sol kesim (↓)
Hak sömürülmesi (↑) / Adalet (↓)
Taraf olmak (↑) / Tarafsızlık (↓)
Gazeteci ve asker tutuklanması (↑) / Deniz Feneri Olayı (↓)
Organik yiyecekler (↑) / İnorganik yiyecekler (↓)
Zam (↑) / İndirim (↓)
Özelleştirme (↑) / Yerli hizmet (↓)
Milliyetçilik (↑) / Irkçılık (↓)
İthalat (↑) / İhracat (↓)
Twitter (↑) / Facebook (↓)
Evrim (↑) / Devrim (↓)
Siyaset-Cemaat (↑) / Siyaset-Ordu (↓)
İN OUT
Türk-Kürt tartışması (↑) / Alevi-Sünni tartışması (↓)
4+4 memur zammı (↑) / 4+4+4 Eğitim Sistemi (↓)
CHP (↑) / MHP (↓)
Azerbaycan (↑) / Suriye (↓)
MÜSİAD (↑) / TÜSİAD (↓)
Türkçe (↑) / Diğer diller (↓)
Muhafazakar/Milliyetçi kesim (↑) / Aşırı sağ, aşırı sol kesim (↓)
Hak sömürülmesi (↑) / Adalet (↓)
Taraf olmak (↑) / Tarafsızlık (↓)
Gazeteci ve asker tutuklanması (↑) / Deniz Feneri Olayı (↓)
Organik yiyecekler (↑) / İnorganik yiyecekler (↓)
Zam (↑) / İndirim (↓)
Özelleştirme (↑) / Yerli hizmet (↓)
Milliyetçilik (↑) / Irkçılık (↓)
İthalat (↑) / İhracat (↓)
Twitter (↑) / Facebook (↓)
Evrim (↑) / Devrim (↓)
Siyaset-Cemaat (↑) / Siyaset-Ordu (↓)
Kürtaj Tartışması
Bu haftaya damgasını vuran en çarpıcı konu kürtaj meselesiydi. Ama hak verdik, ama eleştirdik herkes bir şekilde görüşünü beyan etti. Bu konuyu ben de kendime göre değerlendirmek istedim. En başta söylemeliyim ki kürtaja karşıyım. Öyle bir şey ortaya atıldı ki anne karnındaki bebeği aldırmak normal bir hakmış gibi ortalık ayağa kalktı. Çok mu normal sizce kürtaj? Kadın hakkı olduğu kadar da çocuk hakkı söz konusu değil mi? Bence kürtaj, son derece vahşet verici ve iç burkucu bir mevzu. Apaçık içindeki canın hayat alanını elinden alıyorsun. Kendi ellerinle yaşamına son vermeye kalkıyorsun. Bana kalırsa annenin ve bebeğin hayati tehlikesini etkilemediği sürece evet kürtaj cinayettir.
Kadının hakkı diyoruz bedeni diyoruz kendi karar versin diyoruz iyi hoş da kürtaj çocuk yapmayı engelleme, korunma yolu değil ki… Ekonomik sıkıntısı olan kişi nasıl doğuracak denilmesi, tartışılması yerine çocuk yapmamalı desek daha doğru olur. Sorumluluğunu alamayacağın işe her konuda olduğu gibi bunda da kalkışmayacaksın. Teknoloji çağında yaşıyoruz her şeyin yolu yordamı korunma yolları var bu kadar basit.
Evet belki bilmeyenler de olabilir bunun için şöyle bir tez sunmak istiyorum. Toplumumuzda cinsel eğitim eksikliği söz konusu. Bununla ilgili cinsel eğitim verilmeli insanları bu konuda bilinçlendirmek gerekli. Eğer ki böyle bir politika geliştiriliyor böyle bir yaklaşım sunulabilirdi…
Elbette şu konuyu tartışmalıyız gündeme getirmeliyiz tecavüzün, istismarın bolca yaşandığı bir ülkede tecavüze uğrayan bir kadın gözünden kürtaj tabi ki hak olmalıdır, devlet bakar diye asla yaklaşılamaz. Her şeyden önce kadının ve çocuğun psikolojik sahası buna zaten izin vermez. Tecavüze uğrayan bir kadının çocuğu doğurması kadına ve çocuğa karşılıklı zarar verir. Asla bu şekilde düşünemeyiz. Bu şekilde konuşmalar tecavüz olaylarını bile kışkırtabilir. Bunları konuşacağımıza tecavüzcülere verilen daha doğrusu net verilemeyen cezalardan konuşsak ya? Tecavüzcünün hafif cezalarla yargılandığı bir ülkede asıl bunları konuşmamız gerekir!
Günlerdir diyoruz ki insanın vicdanına bırakmalı bireyler kararlarında özgür olmalılar. Acaba her insan vicdanen mi düşünüyor bu mevzuyu? Acaba her birey çocuklara karşı ne kadar duyarlı? Sadece erkek çocuk değil diye karnındaki çocuğu keyfi aldıran birçok insan yok mu?
Sağlık Bakanı’nın kürtaj izni olarak verdiği 4 haftalık süre ayrı bir tartışma konusu… 4 haftaya kadar kadın hamile olup olmadığını bile anlaşılmıyor ki ne kürtajı? Bu kürtaj olayı için sınır olacaksa eğer 10 hafta bunun için yeterli bir süre olabilir diye düşünüyorum. Çünkü bebeğin oluşumu 10 haftadan sonra başlar. 10 haftadan sonra kimse kafasına göre canlının yaşamına müdahele etmemelidir. Bilmem farkında mısınız ama istatistiklere baktığımızda keyfi kürtaj olayları bir hayli arttı. Her yerde kürtaj yapılması evlilik dışı hamilelikleri de beraberinde getirdi.
Kürtajı finansal bir arenaya dönüştürenler sağlıksız şekilde yapanlar fazlaca piyasada. Fakat bu yasaklama belki illegal müdahaleleri daha da arttıracaktır. Bilmiyorum belki de azaltacaktır. Her boyuttan ele alabiliriz.
Ama siyasetin bu kadar açık bir şekilde özel hayata müdahil olması hoş olmadı. Daha farklı şekilde gündeme gelseydi eminim bu kadar dikkat çekmezdi. Ayrıca konu iyice yolundan saptı çirkin boyutlara geldi.
Biz artık nasıl doğduğumuzla değil nasıl yaşadığımızla ilgilensek daha yaşanabilir bir toplum olabiliriz derim….
Kadının hakkı diyoruz bedeni diyoruz kendi karar versin diyoruz iyi hoş da kürtaj çocuk yapmayı engelleme, korunma yolu değil ki… Ekonomik sıkıntısı olan kişi nasıl doğuracak denilmesi, tartışılması yerine çocuk yapmamalı desek daha doğru olur. Sorumluluğunu alamayacağın işe her konuda olduğu gibi bunda da kalkışmayacaksın. Teknoloji çağında yaşıyoruz her şeyin yolu yordamı korunma yolları var bu kadar basit.
Evet belki bilmeyenler de olabilir bunun için şöyle bir tez sunmak istiyorum. Toplumumuzda cinsel eğitim eksikliği söz konusu. Bununla ilgili cinsel eğitim verilmeli insanları bu konuda bilinçlendirmek gerekli. Eğer ki böyle bir politika geliştiriliyor böyle bir yaklaşım sunulabilirdi…
Elbette şu konuyu tartışmalıyız gündeme getirmeliyiz tecavüzün, istismarın bolca yaşandığı bir ülkede tecavüze uğrayan bir kadın gözünden kürtaj tabi ki hak olmalıdır, devlet bakar diye asla yaklaşılamaz. Her şeyden önce kadının ve çocuğun psikolojik sahası buna zaten izin vermez. Tecavüze uğrayan bir kadının çocuğu doğurması kadına ve çocuğa karşılıklı zarar verir. Asla bu şekilde düşünemeyiz. Bu şekilde konuşmalar tecavüz olaylarını bile kışkırtabilir. Bunları konuşacağımıza tecavüzcülere verilen daha doğrusu net verilemeyen cezalardan konuşsak ya? Tecavüzcünün hafif cezalarla yargılandığı bir ülkede asıl bunları konuşmamız gerekir!
Günlerdir diyoruz ki insanın vicdanına bırakmalı bireyler kararlarında özgür olmalılar. Acaba her insan vicdanen mi düşünüyor bu mevzuyu? Acaba her birey çocuklara karşı ne kadar duyarlı? Sadece erkek çocuk değil diye karnındaki çocuğu keyfi aldıran birçok insan yok mu?
Sağlık Bakanı’nın kürtaj izni olarak verdiği 4 haftalık süre ayrı bir tartışma konusu… 4 haftaya kadar kadın hamile olup olmadığını bile anlaşılmıyor ki ne kürtajı? Bu kürtaj olayı için sınır olacaksa eğer 10 hafta bunun için yeterli bir süre olabilir diye düşünüyorum. Çünkü bebeğin oluşumu 10 haftadan sonra başlar. 10 haftadan sonra kimse kafasına göre canlının yaşamına müdahele etmemelidir. Bilmem farkında mısınız ama istatistiklere baktığımızda keyfi kürtaj olayları bir hayli arttı. Her yerde kürtaj yapılması evlilik dışı hamilelikleri de beraberinde getirdi.
Kürtajı finansal bir arenaya dönüştürenler sağlıksız şekilde yapanlar fazlaca piyasada. Fakat bu yasaklama belki illegal müdahaleleri daha da arttıracaktır. Bilmiyorum belki de azaltacaktır. Her boyuttan ele alabiliriz.
Ama siyasetin bu kadar açık bir şekilde özel hayata müdahil olması hoş olmadı. Daha farklı şekilde gündeme gelseydi eminim bu kadar dikkat çekmezdi. Ayrıca konu iyice yolundan saptı çirkin boyutlara geldi.
Biz artık nasıl doğduğumuzla değil nasıl yaşadığımızla ilgilensek daha yaşanabilir bir toplum olabiliriz derim….
28 Mayıs 2012 Pazartesi
Futbol Terörizmi
Bu sezon ligde hiç hoş olmayan olaylara tanık olduk. Her maç izleyişimizde kesin olay çıkar gözüyle bakıyorduk. Çünkü artık futbol, insanların akşam keyifle izleyecekleri eğlence alanı olmaktan çıkıp, tamamen kavgalı dövüşlü bir spora dönüşüm yaptı. Her gün şiddet olayları, cinayetler, terör haberleri derken bir de buna futbol terörizmi eklendi. Taraftarlar kafalarına göre yakıp yıkıyorlar, kırıyorlar, vuruyorlar … Bu şekilde olan davranışlar futbolu ileriye değil geriye götürür. Ülkemizde böyle olaylar görmek istemedikçe daha da farklı alanlara yayılıyor ki bunlardan biri de futbol oldu. Aynı ülkenin evlatlarıyız neyi paylaşamıyoruz, neyin kavgasını yapıyoruz? Farklı takımlar diye düşmanın mı oluyor nasıl bir kindir bu izlediklerimiz. Kendi ülkemizden olan takım başka ülkelerle futbol maçı yaptığında biz karşı ülkeyi tutar olduk öyle de kin doluyuz değişik bir nefretimiz var. Sonra da diyoruz bölücülük ayrım var, bu yaptığın bölücülük değil de ne? Maç öncesi kavga, sonrası kavga sezonu kavga dövüşle kapattık. Futbol ülkemizi farklı bir çıkmaza soktu, tehlike haline dönüştü diyebiliriz.
Futbolcular için de aynı problem ne kadar çirkindi yok bulundukları şehirden çıkamıyorlar, maç esnasında yabancı maddeler atılıyor, taraftarlar vuruyor kırıyor, hatta silah dahi çekiliyor, kupa vermek için bin takla atılıyor.Yahu nerde yaşıyoruz? Geçenlerde Bayern Münih ve Chelsea final maçında maç sonrası cidden imrendim, hayran kaldım. Efendi efendi kutlandı edildi hoş bir hava vardı. Ama bizim sıradan maçlarımız bile kavgayla dövüşle bitiyor.Kendi milletinin malına, mülküne, polisine, devletin malına neden zarar veriyorsun? Eline ne geçiyor? Elbette ki takım tut mücadelede sevgini belli et ama zarar vermeden, küfür etmeden, şiddet göstermeden…
Kendini kontrol edemeyen, aciz, savunmasız, hasta ruhlu insanlar ne de çokmuş ortada. Biz aslında toplum olarak takım, parti, lider v.s tuttuğumuzda ipin ucunu kaçırıyoruz. Parti yüzünden hakaret, kavga, dövüş olur; bırakın milletimizi meclisimizde bizleri temsil eden milletvekilleri kavga eder, dövüşür takım tutarız kavga, dövüş kısacası beceremiyoruz bu işleri. Ama lafa gelince şiddet olmasın, kavga olmasın, devletin milletin malına zarar verilmesin e sen yaptığında ne oluyor ? Bu öfke bu kin futbol adına ayrı ülke adına ayrı kan kaybettirmiştir. Vaziyet şunu gösteriyor ki bizim ülkemizde siyaset, ideolojiler falan değil direkt futbol ülkeyi bölecek. Bir an önce bunun önüne geçilmeli yoksa başımıza gerçekten iş açılacak haberiniz olsun...
Futbolcular için de aynı problem ne kadar çirkindi yok bulundukları şehirden çıkamıyorlar, maç esnasında yabancı maddeler atılıyor, taraftarlar vuruyor kırıyor, hatta silah dahi çekiliyor, kupa vermek için bin takla atılıyor.Yahu nerde yaşıyoruz? Geçenlerde Bayern Münih ve Chelsea final maçında maç sonrası cidden imrendim, hayran kaldım. Efendi efendi kutlandı edildi hoş bir hava vardı. Ama bizim sıradan maçlarımız bile kavgayla dövüşle bitiyor.Kendi milletinin malına, mülküne, polisine, devletin malına neden zarar veriyorsun? Eline ne geçiyor? Elbette ki takım tut mücadelede sevgini belli et ama zarar vermeden, küfür etmeden, şiddet göstermeden…
Kendini kontrol edemeyen, aciz, savunmasız, hasta ruhlu insanlar ne de çokmuş ortada. Biz aslında toplum olarak takım, parti, lider v.s tuttuğumuzda ipin ucunu kaçırıyoruz. Parti yüzünden hakaret, kavga, dövüş olur; bırakın milletimizi meclisimizde bizleri temsil eden milletvekilleri kavga eder, dövüşür takım tutarız kavga, dövüş kısacası beceremiyoruz bu işleri. Ama lafa gelince şiddet olmasın, kavga olmasın, devletin milletin malına zarar verilmesin e sen yaptığında ne oluyor ? Bu öfke bu kin futbol adına ayrı ülke adına ayrı kan kaybettirmiştir. Vaziyet şunu gösteriyor ki bizim ülkemizde siyaset, ideolojiler falan değil direkt futbol ülkeyi bölecek. Bir an önce bunun önüne geçilmeli yoksa başımıza gerçekten iş açılacak haberiniz olsun...
29 Nisan 2012 Pazar
Bir Asker Kızının Gözünden Astsubayların Haklı Mücadelesi
33 yıldır Türk Silahlı Kuvvetleri’ne hizmet veren bir astsubayın kızıyım. Bir askerin ve asker ailesinin nasıl zorluklarla mücadele ettiğini en yakından şahit olan biri olarak bu mücadelede sizlerle beraberim. Hak ve adalet yerini bulasıya kadar da dile getirmekten yorulmayacağım. Aynı şekilde birlik ve beraberlik için elimizi taşın altına koymayı herkesten rica ediyorum.
Türk milletinin en çok güvendiği ve haksızlıkların olmaması gereken kurum olan TSK, bir bütündür. Bunu kesinlikle anayasal düzenlemelerde görmezden gelemeyiz. Çünkü astsubaylar, ordunun tamamlayıcı unsurlarıdır. Astsubaylar yeri geldiğinde işçi, yeri geldiğinde memurdur. Yeri geldiğinde lider ve komutan, yeri geldiğinde eğitimci ve yöneten, yeri geldiğinde de Mehmetçiklere kucak açan bir babadır. Vatan ve milleti söz konusu olduğunda da göğsünü siper ederek giden mücadeleci savaşçıdır. Yani orduda teknik ve idari sorumlulukları taşıyan kesimdir.
Fakat bakıyoruz ki TSK içinde keskin çizgilerle belirlenmiş bir hiyerarşi var. Aslında bir nevi ötekileştirerek yalnızlaştırma süreci askeriye içerisinde yoğun bir şekilde yaşanıyor. Son zamanlarda yaşanılan durum, astsubaylara yapılan haksızlığı somut olarak ortaya çıkardı. 10 yıl gibi bir süredir TSK’ ya mensup askerlerin maaşlarında bir iyileştirme olmamıştır. Ayrıca şimdi bunun üzerine yalnız belli kesime yapılan zam adalete aykırıdır. Orduya hizmet etmenin ve zam vermenin rütbesi mi olur? Bir orduyu oluşturan her rütbe sahibi, yaşayan bir makinenin canlı organlarıdır. Hepsi aynı savaş için hayat mücadelesi veriyor, hepsi çeşitli zorlukları omuzlarında taşıyorlar. Bu yaralar daha fazla derinleşmeden tıbbi bir müdahale gerekli görülmektedir.
Bir astsubayın derdine dokunan, bin ah işitir… Daha birçok sebepten dolayı astsubaylara, vicdanları rahatsız eden haksız uygulamalar sonlandırılmalıdır. TSK' nın bel kemiği olan astsubayların, adalet içinde görev yapması isteniyor. Bunun için gerekli yetkililer, kurum ve kişiler üzerine düşen görevi yerine getirmesi ülkenin temel direği olan ordumuza sahip çıkmanın bir göstergesi olacaktır.Unutmayalım ki yapılan yanlış uygulamalar TSK’yı uçuruma sürükler ve güç kaybetmesine neden olur.Daha iyi bir ülke, birlik ve beraberlik için astsubayların gasp edilen haklarına gelin hep birlikte kulak verelim.
Kişisel gelişimlerini, eğitimlerini başarılı şekilde tamamlayan astsubaylar; çocuklarını en iyi şekilde yetiştirebilmek için sadece hakları olanı istiyorlar. Bu kutsal görevin getirmiş olduğu ağır maddi-manevi yükten bahsetmek cümlelerle ifade edilemez... Ama belki bir gencin gözünden yaşadıklarını anlatmak, haklarını aramada yeterli bile sayılabilir. Çünkü sadece asker değil, ailesi de aynı şekilde bu mücadeleye ortak olur. Mesela asker çocuğu olmak demek; disiplini kendine hayat tarzı edinmiş bir babanın çocuklarının da öyle olmasını istemesi demek. Asker çocuğu olmak demek; bir memleketinin olmaması ve aslen şuralıyız bilmem kaç yıldır burada oturuyoruz ama aslında bilmem nerde doğdum diye açıklaman demek, okullarının sık sık değişmesi, devamlı yeni ortama alışmaya çalışman, sivil hayatla aranızda mesafe olması, babanın 24 saat nöbet tutması ve yorgunluğuna üzülmen, ailenizdeki her bireyin doğum yerlerinin farklı olması, oturduğunuz lojmanda evinizde misafir olmanız, bir çivi dahi çakamamanız, vatana olan bağlılığınızı ve sevginizi kitaplardan değil bizzat yaşayarak öğrenmeniz, babanızın en güzel çağınızda ailesini bırakıp doğu görevine gitmesi, ya da en özel günlerde mesaide olması, büyüyünce sana yabancı bir şehirde uzun süre kalmaktan şikayet etmen, çocukluğunu özlemen, kontrollü- düzenli- disiplinli- mükemmeliyetçi bir hayatın senden beklenmesi, yerli yabancı birçok insan tanıman, çocukluk arkadaşlarını kaybetmen, askeri ortamlarda bulunmanın o kontrolcü ruhunun üstüne sinmesi, mesaiden gelen babanın servisten inince boynuna atlaman, lojmanlarda büyüdüğün için hayatı geç öğrenmen, babanın can güvenliliğinin tehlikede olduğunu bilmen ve korkman, arkanda bir gözün seni izlediğini bilerek hareketlerine her daim dikkat etmendir. Fakat bunlara rağmen babanın asker olmasından dolayı onur, gurur ve şeref duyup babana ve vatana layık, hayırlı bir evlat olmaya çalışmandır.
Bu yaşına kadar çocukları için nasıl çırpındığını gördüğüm babamın ve meslektaşlarının yanında olmayı bir borç bilirim. Nasıl alın terleriyle para kazandığını görmeniz, emin olun ki duyarlı olmanıza bir sebep ve yeter ki bakmayı bilin… Saygılarımla.
28 Nisan 2012 Cumartesi
Ömer Hayyam'ı Ne Kadar Tanıyoruz?
Ömer Hayyam İranlı şair, bilgin, fizikçi ve birçok alanda çalışma yapan 11. YY’ dan bu yana tüm topluma ışık tutan bir filozoftur. Fakat son zamanlarda sadece ateist olarak anılması onun bilim adamı duruşuna gölge düşürmüştür. Ömer Hayyam, yalnız ateistlere değil toplumun tüm kesimlerine mal olmuştur. Biz eğer işin ideolojik kısmıyla ilgilenirsek hiçbir zaman yol kat edemeyiz. Her zaman için ileri gelen bir adamı incelerken, hangi dine mensup ya da hangi görüşe sahip diye bakmak yerine, topluma ne gibi faydası olmuş diyerek sorgulamamız gerekir. Açıkçası benim için Ömer Hayyam’ın inançlı olması ya da olmaması beni ilgilendirmiyor. Ben topluma ne kazandırdığına bakarım. Fazıl Say’ın, Ömer Hayyam’ı şarapçı,dinsiz,dini değerlerle dalga geçen v.s gibi lanse ettirmesi tüm şimşekleri 11. YY'da yaşamış olan filozofun üzerine çekti, bütün suç ölmüş birine yüklendi. Durduk yere herkes Ömer Hayyam’ı kötülemeye başladı. Ömer Hayyam’ın yaptığı işleri herkesin bilmesi ve saptırılmaması için bu yazıyı yazmaya karar verdim.
Ömer Hayyam 1048 yılında İran’ın Nişabur kentinde doğmuştur. Hayyam, dünya bilim tarihi için de önemli bir yerdedir. Yaşadığı dönemde İbn-i Sina’dan sonra Doğu’nun yetiştirdiği en büyük bilgin olarak kabul edilir. Tıp, fizik, astronomi, cebir, geometri ve yüksek matematik alanlarında önemli çalışmaları olan Ömer Hayyam için zamanın bütün bilgilerini bildiği söylenir. O, herkesten farklı olarak yaptığı çalışmaların çoğunu kaleme almamış, oysa ismini çokça duyduğumuz teoremlerin asıl kahramanıdır. Elde bulunan ender kayıtlara dayanılarak Ömer Hayyam’ın çalışmalarına şöyle bir değinelim.
1079 yılında tamamladığı, halk arasında ‘ÖmerHayyam Takvimi’ bugün ise ‘Celali Takvimi' olarak bilinen takvim için büyük çaba sarf etmiştir. Güneş yılına göre düzenlenen bu takvim 5000 yılda bir gün hata verirken, bugün kullandığımız Gregoryen Takvimi 3330 yılda bir gün hata vermektedir. Bu da Hayyam'ın bilimsel düzeyinin kendi zamanının ne kadar ötesinde oluşunun açık bir göstergesidir.
Katkıda bulunduğu ilimlerin başında cebir gelir. 3. Dereceden denklemler de dahil olmak üzere bir çok cebir denklemini sınıflandırmak için uğraşmıştır ve bunların bir kısmına çözüm de bulmuştur. ‘Makalatfi el cebir ve el Mukabele’ cebir üzerine bir başyapıtıdır ve cebirin gelişmesinde büyük öneme sahiptir. On bölümden oluşan bu kitabın dört bölümünde kübik denklemleri incelemiş ve bu denklemleri sınıflandırmıştır. Matematik tarihinde ilk kez bu sınıflandırmayı yapan kişidir.Nitekim, Hayyam 13 farklı 3. dereceden denklem tanımlamıştır. Denklemleri çoğunlukla geometrik metod kullanarak çözmüştür ve bu çözümler zekice seçilmiş konikler üzerine dayandırılmıştır.
Bunun yanı sıra Hayyam, binom açılımını da bulmuştur. Aslında binom teorisini ve bu açılımdaki katsayıları bulan ilk kişi olduğu düşünülmektedir. (Pascal üçgeni diyebildiğimiz şey aslında bir Hayyam üçgenidir)Geometri alanında Öklid'in çalışmaları üzerinde durmuş ve paralel doğrular teoremine katkıda bulunmuştur. Bir kitabında da Öklit'in aksiyomlarıyla ilgili çalışmaları toplayan Hayyam, Öklit' in paralellik aksiyomunu başka bir önerme kümesiyle değiştirmiştir. Bunun sonucunda bugün öklit-dışı geometride kullanılan 'geniş, dar ve dik açı hipotezleri' ile ilgili biçimlere ulaşmıştır. Öklit'in yapıtı üzerine yorumlarında, irrasyonel sayıların da tıpkı rasyonel sayılar gibi kullanılabileceğini kanıtlaması matematik tarihinde bir dönüm noktası oluşturmuştur.
Ömer Hayyam, İran ve Doğu Edebiyatı’nda rubai türünün kurucusu sayılır.1839 yılında Edward Fitzgerald Rubailer kitabını İngilizceye çevirmiştir ve bu sayede Batı'da tanınmış ve klasikler arasına girmiştir. Bilindiği gibi, şiiri tamamiyle başka bir dile çevirmek neredeyse imkansızdır, özellikle şiir mistik ve felsefi derin anlamlar içeriyorsa... Buna rağmen, Rubailer kitabının çevirilerinin bu kadar çok tutulmuş olması Hayyam'ın çok geniş ve zengin bir iç dünyası olduğuna işaret etmektedir.
Batı ülkelerinde adına birçok dernek kurulmuş, rubaileri bütün batı dillerine, bu arada birçok defa Türkçeye Rubaiyat-i Hayyam, Hayyam'ın Rubaileri, Ömer Hayyam ve Rubaileri, Dörtlükler adı altında tercüme edilmiştir. Hayyam kendisinden sonra gelen pek çok şairi etkilemiş, rubai alanında tek örnek olarak benimsenmiştir. Yine aynı şekilde Newton formülünü bulan bilgindir.
Fıkıh, ilahiyat, kıraat, edebiyat, tarih, fizik ve astronomi okuttuğu yazılıdır. Hayyam'ın fizik, metafizik, matematik, astronomi ve şiir konularında değişik eserleri vardır.
Evet belki daha önce duydunuz, belki de gündemden bildiğiniz kadardı. Malum gündemde de peki iyi bahsedilmiyor. Yalnız bilime, topluma, edebiyata, sanata, kültüre, matematiğe birçok şey kazandıran bir filozofun başka şekilde gündeme gelmesi kanaatimce hoş değildi. Başka amaçlar için bugün Ömer Hayyam yarın öbür gün başka bir filozof maşa olarak kullanılmamalı…
20 Nisan 2012 Cuma
Nitelikli Bir Nesil İçin Nitelikli Öğretmenler
Toplumun ihtiyacı olan nitelikli insan gücü okullarda yetişir. Öğretmenler; bir neslin yetiştirilmesinde baş aktörlerdir. Peki biz çocuklarımızı, geleceğimizi emin ellere mi emanet ediyoruz hiç düşündük mü? Bir çocuğun ilkokul dönemi(6-11 yaş) olarak adlandırdığımız dönem; çocuğun dış dünyaya açıldığı, bağımsızlığını tanımaya başladığı bir dönemdir. Bu dönemde çocuğun anne ve babaya olan hayranlığı, öğretmenine doğru kaymaktadır. Öğretmenine kendini beğendirmeye, onun hareketlerini kapmaya , evde dahi devamlı öğretmeninden bahsetmeye başlar. Kendini beğendirmek için ders çalışır, ödevlerini yapar, düzenli olur, sorumluluğunu bilir. Kimi zaman anne, çocuğunu derse oturması için tehdit eder ‘Öğretmenini ararım çabuk otur derse hadi’ diye ve çocuğun aklına hem sorumlulukları gelir hem de öğretmeninin gözünden düşme korkusuyla kendini derse oturmaya mecbur hisseder. Gerektiği yerde öğretmen ailenin önüne bile geçebilir öyle de büyük bir rolü vardır. Özellikle Türkiye'de bir çocuğun geleceğinin ne olacağını belirlemede, o çocuğun ilkokul öğretmeninin kim olduğu anne-babasının kim olduğundan daha belirleyici olmaktadır. Evet belki tohum ailede atılır; fakat bunu yeşerten, artık idame ettiren öğretmenlerdir. Hep denir ya çocuğumun ilkokul öğretmeni şöyle şöyle birisiydi ondan dolayı çocuğum başarısız oldu diye. Hakikaten çocuğa şeklini veren öğretmendir ve çocuğun içinde heves olmasıyla birlikte ortaya ideal bir öğrenci çıkma potansiyeli yüksektir.
Ya da başarıdan da geçtim kişilik gelişimi açısından eğer bir öğretmen çocukları aşağılayıp, şiddet gösterip, arkadaşlarının yanında rencide ederse çocuğun özgüveni kırılır. Özgüven eksikliği de çocuğun bir ömür boyu geleceğini etkiler. Kendine güvenmeyen insan topluma verimli bir birey olamaz. Çünkü daima utanır, sıkılır kendini ifade edemez böylelikle toplumda da söz hakkı olmaz.
Ben etrafımda çok insan gördüm öğretmeninden dolayı okul değiştiren, biraz daha ileri boyutta düşünürsek eğer okul bırakan… Ya da işini hakkıyla yapan bir öğretmenin, çocuğun hayatında nasıl olumlu gelişmeler yarattığına da şahit oldum. Öğretmeni için sigarayı, alkolü bırakan, kötü arkadaşlıklarıyla ilişkisini kesen, derslerine sımsıkı sarılan... Bir nevi yönlendirici kumandalardır. Lütfen biraz düşünmenizi istiyorum. Eminim her öğrencinin başından, öğretmenleriyle ilgili iyi veya kötü anılar geçmiştir ve birçoğu da hayatında izler bırakmıştır.
Tabi sadece çocuklar için değil gençler için de öğretmenlerin ayrı bir rolü vardır.Tarzını, duruşunu, anlatışını beğendiğimiz öğretmenin dersine zevkle girmez miyiz? Kimi zaman öğretmenimizden etkilenip onun yolunda gitmeye, onun gibi olmaya çalışmaz mıyız? Beğendiğimiz öğretmen hayatımıza bir şeyler katmaz mı? Yine aynı şekilde veliler bile çocuklarımıza nasıl davranmalıyız ya da derslerini nasıl çalıştırmalıyız diye çocuğunun öğretmenlerinden akıl almazlar mı? Kısacası öğretmenler sadece çocukluk döneminde değil belki de hayatımızın her döneminde bizlere ışık tutarlar. Yalnız mesleğini hakkıyla yapmayan sevmeyen kişi, nasıl çevresine yardımcı olabilir? Sırf mesleğinin gereği diye bunu zorla yapan öğretmenler, yanlış kararlarla nelere sebebiyet verebilir.Öğretmenlik her şeyden önce meslek sevgisini getirir. Bu sevgi de öğrencilerin öğretmeni sevmesine yol açar. Öğretmeni sevmek, dersi sevmektir. Dersi sevmek, kişisel gelişimine katkı sağlamaktır. Bunun sonucu da topluma verimli bir birey kazandırmaktır. Yani hepsi birbirine geçmiş bir zincir ağıdır. Biz bu konuda nasıl bir eğitimden ziyade nasıl bir öğretmen konusunu tartışmalıyız.
Bu zamana kadar öğretmenlerin KPSS ile atanması ayrı bir karmaşa zaten. Öğretmen, körü körüne Matematik Fen Türkçe zaten çözmemeli. Belki bunları iyi çözebilir ama anlatamadıktan sonra kime fayda? Ayrıca kişisel gelişimi, iletişimi, hatta deneyimi açısından oldukça donanımlı kişiler bu sistemde kaynayıp gidiyordu. Atanan öğretmenlerden belki daha fazla yarar sağlayacaksa bile bu düzenle birlikte kayboluyordu. Yıllarca atanmayı bekliyor, KPSS stresini devamlı yaşıyordu. Her yıl KPSS yüzünden intihar edenlerin sayısı günden güne artmakta, akıl almaz sonuçlar doğurmakta. Bu da ayrıca ele alınacak bir mevzu tabi ki…
Aslında öğretmenin bir çocuğun hayatında nelere mal olduğu açık ve net ortadır. Peki okullara baktığımızda verimi düşmüş 55 üstü emekli olmaya direnen öğretmenler, şiddeti öğretici araç olarak kullanan öğretmenler, çocukların dilinden anlamayan öğretmenler ve daha birçok olumsuz yönde bu mesleği devam ettiren öğretmenlerimiz var. Kimi çocukları sevmiyor, kimi öğretmeyi sevmiyor, kimi çocuğun ruhundan anlamıyor gibi birtakım olumsuzlukların olması problemleri de beraberinde getiriyordu. ’Ne yapmalı’ diye soracak olursanız…
Öğretmen adayı için mezun çoktu, atanan yoktu. Yalnız son zamanlarda öğretmenlerle ilgili radikal düzenlemelerden bahsedildi. Eğitim fakültelerinde ikinci öğretimin kaldırılması, belli testlere tabi tutulacak olmaları, öğretmen kontenjanlarının azaltılması, Fen-Edebiyat Fakültesi öğrencilerine tanınan formasyonun kaldırılacağı, sınıf mevcutlarının azaltılması gibi yürürlüğe konulacak haberler nitelikli öğretmen yetiştirmede atılan adımlardan birkaçını bizlere sunmaktadır. Belli çarpıklıkları ortadan kaldıracağını düşünüyorum. Özellikle belli testlere tabi tutulacaklar derken, psikolojik testler özenle yapılmalıdır. Hatta tek bir seferde değil, öğretmenliği süresince bu test uygulamaları devam etmelidir. Fakat bunların yanında okullarda uygulanan ders programları nitelikli insan yetiştirmeye uygun mahiyette olmalıdır. Okullarımızda çağdaş eğitim anlayışına uygun tartışma, uzlaşma, hoşgörülü davranma, özgüven sağlama, sorumluluk alma, düşünmeye yöneltme, saygı, sevgi vb. demokratik davranışlar kazandırılmalı, milli ve ahlaki unsurlar unutulmamalıdır.Tabi önce öğretmen bu yetilere sahip olmalı ki aktarma yapabilsin.
Sonuç olarak; istenilen eğitime ulaşmada nitelikli öğretmen yetiştirilmesi ön planda tutulmalıdır. Bu kutsal mesleği hak edebilecek bilgi, beceri, düşünce, ahlak ve kültüre sahip olan öğretmenler yetiştirmeli; kendini sürekli yenileyip geliştirmelidir. Ulu Önder Atatürk’ün 'Öğretmenler, yeni nesil sizin eseriniz olacaktır' sözünü hakkıyla idrak ederek, vatana ve millete hayırlı bireyler sağlanması için özenle seçilmeleri gerekmektedir.
18 Nisan 2012 Çarşamba
Mutluluğu Yakalamak
Mutluluk; ucu açık, sonu olmayan evrensel bir kavramdır.Yaptığımız iş sonucunda hissettiğimiz duygudur. Mutluluk bir çaba, uzlaşma kültürü, kendine güven, hayatın amacı, iç zenginliği ve iç güzelliğidir.
Herkesin mutluluk anlayışı farklıdır, kişiden kişiye değişiklik gösterir. Kimine göre sıcak bir bakış, ilgi, aşk, küçücük bir eşya kimine göre sağlık, aile, arkadaş, başarı v.s kısaca hayatın temelidir mutluluk... Sadece zaman ve zemin değişir. Ben mutluluğun başlangıcını, insanın önce kendisini ve daha sonra da yaptığı işi sevmesinden kaynaklı buluyorum. Mesela kitap okumak; eğer sen eline kitap aldığında okumaktan zevk alıyorsan mutluluk duyarsın. Ya da gurbette olan ailenin yanına kaç saat olursa olsun gitmekten keyif alıyorsan sonucunda mutluluğu yakalarsın. Bir örnek daha mesela öğretmensin. Eğer sen çocukları, öğretmeyi sevmezsen hem mutsuz hem başarısız olursun. Üretemezsin, verimsiz bireyler yetiştirirsin. Ayrıca öğrencilerine ve insanlığa da zarar vermiş olursun. Bunun gibi nice örnekler sıralayabiliriz. Zaten önemli olan insanın nasıl ve nerede mutlu olabildiğidir. Kişi bu yolda ilerlerse mutlu olmayı başarır.
Nasıl baktığımız hayatımızın aynasıdır. İnsanlara, çevreye, olaylara bakış açımızdır. Hani bir söz vardır ya ‘Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından tat alır’ bunu hayat alanımıza dahil etmek, mutluluğun anahtarını bulmaktır.
Eğer olayın negatif yönlerinden bakarsan kendini ister istemez mutsuz edersin. Çünkü mutluluk; zor elde edip bir anda kaybolabilen, değişken bir duygudur. Elindeki imkanlarla mutlu olmayı başarabilmek, hayatı daha yaşanabilir kılar. Elindekiyle yetinmesini bilmeyen insanın, dünyayı da bağışlasan mutlu olma şansı yoktur. Mutluluk hayatın anlamı olduğu gibi mutsuzluk da yaşama beceriksizliğidir.
Mutlu olmak, hayatı çözmenin en iyi yollardan biridir. Çünkü mutluluk, insanı hayata bağlar ve daha verimli bir birey haline getirir. Bir düşünelim bakalım mesela bir iş başvurusunda bulunmuşuzdur birkaç haftadır telefon bekliyoruz. Sonucunu gerçekten merak ederiz ve o birkaç hafta acaba olumsuz bir yanıt mı gelecek diye düşünürken olumsuz yanıt geleceğine kendimizi ikna ederiz. Hatta önce kendimizi daha sonra da çevremizdeki insanları mutsuz etmeyi başarırız. Ha şunu da unutmayın ki mutsuzluk bulaşıcıdır, mutsuz insan sizi de mutsuzluğa sevk edebilir. Her neyse…Sonra da hiç beklemediğimiz bir anda telefon gelir, haftalardır duymak istediğimiz o ‘İşe alındınız şu gün başlayabilirsiniz’ telefonu hayatınıza hayat katar. Artık daha pozitif bakarsınız kendinize güveniniz gelir, asık suratınız gider yerine hayata gülümseyerek bakan bir insan modeli gelir. Yani bir bakıma hayatınızı şekillendiren bir kavramdır mutluluk…
Şimdi diyeceksiniz ki ben çok şanssızım, ne yapsam amacıma ulaşamıyorum, bir türlü başaramıyorum nasıl mutlu olabilirim ki? Hayır, kesinlikle böyle düşünmemeliyiz. Ben bu konuda tevekkül etme taraftarıyım. Bu da farklı bir boyutu tabi ki… Sen elinden geleni yap gerisini Allah’a bırak. Fakat altını çizerek belirtmek isterim ki önce elinden geleni yap! Olmuyorsa vardır bir hikmet. Ya da farklı bir şekilde karşına çıkacaktır. O amacına ulaşsan belki daha mutsuz olacaksın bunu düşün. Her şerde vardır bir hayır de ve emin ol ki seni mutluluğa götürecektir. Sonra şükredip iyi ki olmamış diyeceksin. Eminim çoğumuzun başına da gelmiştir.
İnsan mutsuz olmayı kolay başarabildiği gibi mutlu olmayı da o derece kolay başarabilmesi gerekir. Düşününce insanın hayatında mutlu olabileceği ne kadar çok şey var. Ailemiz, sağlığımız, işimiz, çevremiz, var olma sebebimiz, kısacası maddi ve manevi sahip olduğumuz her şey bizim için mutluluk sebebi olmalı. Bireyin mutluluğu emin olun ki çevresine de yansır, bazen etrafındaki insanları mutlu etmeye dahi yarayabilir. Örneğin; sabahları bulunduğun ortama girerken tebessümle 'Günaydın' demen birçok insanı mutlu edebilir; fakat asık suratla bir günaydın demeyi esirgemen oradaki insanları hem huzursuz hem mutsuz olabilir. Senin bulunduğun yerde durmak istemeyebilirler. Bakın aslında mesele bu kadar basit şeylerde mutluluğu bulmaktır. Mutluluk beraberinde; huzuru, yaşama sevincini, değer bilmeyi, sevmeyi, sevilmeyi getirir. Bunlar zaten mutlu yaşamın püf noktaları değil midir?
Mutlu olmak bir sanattır. Sanatı ortaya çıkartmak bir meziyet, yaşamsal bir sıvıdır. Bütün insanlığın insanca yaşaması mutlu olmanın kapısını aralatır. Mutluluğu ürettikçe ve paylaştıkça daha kolay yakalayabiliriz. Şimdi sahip olduklarımızın değerini bilme zamanı... Mutluluk sizlerle olsun.
DİPNOT: Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, ülkede bireylerin yüzde 62,1'i kendisini 'mutlu' hissediyor. Yüzde 75,2'si de geleceğe 'umutla' bakıyor.
Herkesin mutluluk anlayışı farklıdır, kişiden kişiye değişiklik gösterir. Kimine göre sıcak bir bakış, ilgi, aşk, küçücük bir eşya kimine göre sağlık, aile, arkadaş, başarı v.s kısaca hayatın temelidir mutluluk... Sadece zaman ve zemin değişir. Ben mutluluğun başlangıcını, insanın önce kendisini ve daha sonra da yaptığı işi sevmesinden kaynaklı buluyorum. Mesela kitap okumak; eğer sen eline kitap aldığında okumaktan zevk alıyorsan mutluluk duyarsın. Ya da gurbette olan ailenin yanına kaç saat olursa olsun gitmekten keyif alıyorsan sonucunda mutluluğu yakalarsın. Bir örnek daha mesela öğretmensin. Eğer sen çocukları, öğretmeyi sevmezsen hem mutsuz hem başarısız olursun. Üretemezsin, verimsiz bireyler yetiştirirsin. Ayrıca öğrencilerine ve insanlığa da zarar vermiş olursun. Bunun gibi nice örnekler sıralayabiliriz. Zaten önemli olan insanın nasıl ve nerede mutlu olabildiğidir. Kişi bu yolda ilerlerse mutlu olmayı başarır.
Nasıl baktığımız hayatımızın aynasıdır. İnsanlara, çevreye, olaylara bakış açımızdır. Hani bir söz vardır ya ‘Güzel gören güzel düşünür; güzel düşünen hayatından tat alır’ bunu hayat alanımıza dahil etmek, mutluluğun anahtarını bulmaktır.
Eğer olayın negatif yönlerinden bakarsan kendini ister istemez mutsuz edersin. Çünkü mutluluk; zor elde edip bir anda kaybolabilen, değişken bir duygudur. Elindeki imkanlarla mutlu olmayı başarabilmek, hayatı daha yaşanabilir kılar. Elindekiyle yetinmesini bilmeyen insanın, dünyayı da bağışlasan mutlu olma şansı yoktur. Mutluluk hayatın anlamı olduğu gibi mutsuzluk da yaşama beceriksizliğidir.
Mutlu olmak, hayatı çözmenin en iyi yollardan biridir. Çünkü mutluluk, insanı hayata bağlar ve daha verimli bir birey haline getirir. Bir düşünelim bakalım mesela bir iş başvurusunda bulunmuşuzdur birkaç haftadır telefon bekliyoruz. Sonucunu gerçekten merak ederiz ve o birkaç hafta acaba olumsuz bir yanıt mı gelecek diye düşünürken olumsuz yanıt geleceğine kendimizi ikna ederiz. Hatta önce kendimizi daha sonra da çevremizdeki insanları mutsuz etmeyi başarırız. Ha şunu da unutmayın ki mutsuzluk bulaşıcıdır, mutsuz insan sizi de mutsuzluğa sevk edebilir. Her neyse…Sonra da hiç beklemediğimiz bir anda telefon gelir, haftalardır duymak istediğimiz o ‘İşe alındınız şu gün başlayabilirsiniz’ telefonu hayatınıza hayat katar. Artık daha pozitif bakarsınız kendinize güveniniz gelir, asık suratınız gider yerine hayata gülümseyerek bakan bir insan modeli gelir. Yani bir bakıma hayatınızı şekillendiren bir kavramdır mutluluk…
Şimdi diyeceksiniz ki ben çok şanssızım, ne yapsam amacıma ulaşamıyorum, bir türlü başaramıyorum nasıl mutlu olabilirim ki? Hayır, kesinlikle böyle düşünmemeliyiz. Ben bu konuda tevekkül etme taraftarıyım. Bu da farklı bir boyutu tabi ki… Sen elinden geleni yap gerisini Allah’a bırak. Fakat altını çizerek belirtmek isterim ki önce elinden geleni yap! Olmuyorsa vardır bir hikmet. Ya da farklı bir şekilde karşına çıkacaktır. O amacına ulaşsan belki daha mutsuz olacaksın bunu düşün. Her şerde vardır bir hayır de ve emin ol ki seni mutluluğa götürecektir. Sonra şükredip iyi ki olmamış diyeceksin. Eminim çoğumuzun başına da gelmiştir.
İnsan mutsuz olmayı kolay başarabildiği gibi mutlu olmayı da o derece kolay başarabilmesi gerekir. Düşününce insanın hayatında mutlu olabileceği ne kadar çok şey var. Ailemiz, sağlığımız, işimiz, çevremiz, var olma sebebimiz, kısacası maddi ve manevi sahip olduğumuz her şey bizim için mutluluk sebebi olmalı. Bireyin mutluluğu emin olun ki çevresine de yansır, bazen etrafındaki insanları mutlu etmeye dahi yarayabilir. Örneğin; sabahları bulunduğun ortama girerken tebessümle 'Günaydın' demen birçok insanı mutlu edebilir; fakat asık suratla bir günaydın demeyi esirgemen oradaki insanları hem huzursuz hem mutsuz olabilir. Senin bulunduğun yerde durmak istemeyebilirler. Bakın aslında mesele bu kadar basit şeylerde mutluluğu bulmaktır. Mutluluk beraberinde; huzuru, yaşama sevincini, değer bilmeyi, sevmeyi, sevilmeyi getirir. Bunlar zaten mutlu yaşamın püf noktaları değil midir?
Mutlu olmak bir sanattır. Sanatı ortaya çıkartmak bir meziyet, yaşamsal bir sıvıdır. Bütün insanlığın insanca yaşaması mutlu olmanın kapısını aralatır. Mutluluğu ürettikçe ve paylaştıkça daha kolay yakalayabiliriz. Şimdi sahip olduklarımızın değerini bilme zamanı... Mutluluk sizlerle olsun.
DİPNOT: Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, ülkede bireylerin yüzde 62,1'i kendisini 'mutlu' hissediyor. Yüzde 75,2'si de geleceğe 'umutla' bakıyor.
10 Nisan 2012 Salı
4+4+4=?
4+4+4 eğitim sistemi ile ilgili bir süredir cereyan eden tartışmalar hala devam etmektedir. Ben bu eğitim sistemini iyisiyle kötüsüyle bütüncül bir bakış açısıyla ele alıp kararı sizlere bırakmak istiyorum. Öncelikle bu sistemin getirecek olduğu iyi yönlere değinmek isterim. Eğitim süresinin 8 yıldan 12 yıla çıkartılması ülke açısından eğitim seviyesinin artmasına ve bireylerin verimini arttırmaya yönelik olumlu bir sistem olacağını düşünüyorum. Çünkü aile nasıl olsa eğitim 8 yıl diye çocuklarını 8 yıla kadar okutup okuldan alabiliyorlardı. Özellikle küçük yerleşim birimlerinde yaşayan insanlar için hele ki kız çocukların okuması için iyi bir olanak sağlıyor. Yeni bir sevindirici haber de çocuklarını liseye göndermeyen ailelere uygulanacak olan ceza sistemi getirilecek olması. Bu kapsamda sistem, çocukları okutmaya mecbur bir hale getirecek. Ben, eğitimle birlikte toplumun önündeki birçok engel de aşılabilir kanaatindeyim. İşte bu sistem haksız katsayı uygulamalarını kaldıracak, yerine eğitimde fırsat eşitliği sağlayacak. Başka bir yönden daha bakılması gerekirse; bugün insanların din eğitimine sıcak bakmaması ya da bulundukları mezheplerden dolayı din eğitimi görmek istememelerine de bir nevi çözüm üretildi. İslam dininin yanı sıra Yahudilik, Hristiyanlık, Alevilik gibi isteğe bağlı din eğitimi seçebilme imkanını doğuruyor. Bir çeşit din özgürlüğü anlamına gelmektedir. Bu eğitim sisteminin getireceği bir diğer olumlu etki ise öğrencilerin 4 yıllık ilköğretimden sonra, mesleki tercih yapabilmelerinin önünü açacak olmasıdır. Çocukların 4. sınıftan sonra meslek seçme yani onlara meslek seçimlerinde imkan tanıma olanakları artıyor. Çocuk neye eğilimi ve yeteneği varsa ona yöneltilebilecek. Bu konuda şöyle bir tez sunmak istiyorum. Eğitim sisteminden geçen bir genç olarak ilkokul,ortaokul ve lise hayatımız her zaman için matematik ve fen ağırlıklı olarak dayatılmak istendi. Eğitim sistemi bu derslerden ibaret gibi görüldü ya da diğer dersler için de ezbere dayalı bir sistem yürütülmekteydi. Gerek aileler gerekse öğrenciler aynı dallara ağırlık verip herkes aynı mesleği seçme hayalini kuruyordu. Sonucunda da aynı mesleklere yığılmalar meydana geliyordu. Ya da öğrenci, eğitim sisteminin getirdiği düzenle istemediği bölümlerde, mesleklerde olup mutsuz oluyordu. Ben bugün çevremde buna çoğu kez şahit oluyorum. Üniversite öğrencisi eğitiminin yarısında okuduğu bölümün ona göre olmadığını anlayıp eğitimini yarıda bırakıyor ya da mesleği için de aynı şey söz konusu olabiliyor. Aslında bunun önüne geçebileceğini düşünüyorum. Eğer çocuğun güzel sanatlara ilgisi varsa güzel sanatlara yönlendirilebilir neye yeteneği varsa orası için yeni bir kapı açılabilir. Bu açıdan olumlu bir sistem çünkü her aile çocuğunun bir yeteneği varsa bunu bastırıp, engel koyup günümüz popüler mesleklerine yöneltmeyi amaç ediniyordu. Bu da çocuğu ikileme düşürüp mutsuz ve verimsiz bir birey yapıyordu.
Gelelim tartışmaları getiren negatif yönlerine... Kısa tutarak tek tek olumsuzluklara değinmek istiyorum. Öncelikle şurdan başlamak isterim ki çocuğun okula başlama minimum yaşı 5, maksimum yaşı 6 yaş olmasına... Şimdi 5 yaşındaki bir çocuğun eğitim hayatına başlaması ne kadar verimli olabilir? Çünkü 5 yaşındaki çocukların birçoğu henüz ilkokula gitmeye hazır ya da okuma-yazma becerilerini edinebilecek durumda olmayabilir. Anaokuluna gitmeden ilköğretime başlayacak olan çocuklar; yeterli bilişsel, duygusal, sosyal ve fiziksel gelişimi sağlayamadan ilköğretimde sunulan becerileri edinememe riski var. Ya da erken başlayan eğitim sistemi çocuklarda sıkılma, bunalma ve isteksizlik yaratabilir. Bir diğer olumsuz yöne geçelim, bu eğitim sistemi ile birlikte öğrenci sayısının artması ve sistemdeki bu şişkinlik üniversite kapılarına dek sürer. Şu an bile fazla üniversite olması ve gereğinden fazla mezun verilmesi üniversite mezunlarının işsiz kalmasına neden olmaktadır. Evet bu sistem geliyor ama bu öğrencilere istihdam sağlanabilecek bir ekonomiye ve refaha sahip miyiz bu soruyu da beraberinde getiriyor. Çünkü eskisine oranla eğitime daha fazla bir bütçe ayırmak gerekecek. Gerek derslikler, gerek öğretmenler ve maaşları, gerekse okul araç-gereç masrafları ekonomimizi epeyce bir zorlayacak gibi görünüyor. Başka bir yönden de din eğitimindeki sunulan bu sistem çocuklar arasında ayrım yapmaz mı? Herkes kendi dininden arkadaşlık kurmayı yeğler ve diğer dinler onun gözünde son derece korkutucu bir şeymiş gibi gelebilir. Hatta aileler bile çocuklarının kendi dinlerinden olan çocuklarla arkadaşlık kurmasını isteyebilir. Yani çocuklar arası eşitsizlik ve ayrımcılığı da ortaya çıkarabilir. Bir başka olumsuz yön; 9 yaşındaki bir çocuğun gerekli yeteneklerini ortaya çıkarması açısından acaba yeterli bir yaş mı? Çocuğun belli bir takım yetenekleri daha sonradan da ortaya çıkabilir. Bu sebeple yanlış bir seçimde bulunabilir. Zaten o yaştaki çocuğun özerk bir birey gibi seçme tercihinde bulunması ne kadar doğru olur bu donanıma ne kadar sahip ki seçme imkanı olsun? Bugün 20'li yaşlardaki biz gençler bile hayatımızla ilgili yanlış seçimler de bulunabiliyor, yanlış kararlar alabiliyoruz ki bunu 9 yaşındaki bir çocuğun eline bırakmak dengesizlik yaratabilir. Aile yönlendirecek olsa dahi acaba doğru mu yönlendirecek? Burada çocuğa, pedagoglara ve aileye çok büyük bir iş düşüyor. Ha ayrıca bu tartışmalar sürerken anaokulları ne olacak hiçbir bilgimiz yok. Umarım bu ve benzeri birtakım kafa kurcalayıcı sorulara en kısa zamanda cevap buluruz.
Gelelim tartışmaları getiren negatif yönlerine... Kısa tutarak tek tek olumsuzluklara değinmek istiyorum. Öncelikle şurdan başlamak isterim ki çocuğun okula başlama minimum yaşı 5, maksimum yaşı 6 yaş olmasına... Şimdi 5 yaşındaki bir çocuğun eğitim hayatına başlaması ne kadar verimli olabilir? Çünkü 5 yaşındaki çocukların birçoğu henüz ilkokula gitmeye hazır ya da okuma-yazma becerilerini edinebilecek durumda olmayabilir. Anaokuluna gitmeden ilköğretime başlayacak olan çocuklar; yeterli bilişsel, duygusal, sosyal ve fiziksel gelişimi sağlayamadan ilköğretimde sunulan becerileri edinememe riski var. Ya da erken başlayan eğitim sistemi çocuklarda sıkılma, bunalma ve isteksizlik yaratabilir. Bir diğer olumsuz yöne geçelim, bu eğitim sistemi ile birlikte öğrenci sayısının artması ve sistemdeki bu şişkinlik üniversite kapılarına dek sürer. Şu an bile fazla üniversite olması ve gereğinden fazla mezun verilmesi üniversite mezunlarının işsiz kalmasına neden olmaktadır. Evet bu sistem geliyor ama bu öğrencilere istihdam sağlanabilecek bir ekonomiye ve refaha sahip miyiz bu soruyu da beraberinde getiriyor. Çünkü eskisine oranla eğitime daha fazla bir bütçe ayırmak gerekecek. Gerek derslikler, gerek öğretmenler ve maaşları, gerekse okul araç-gereç masrafları ekonomimizi epeyce bir zorlayacak gibi görünüyor. Başka bir yönden de din eğitimindeki sunulan bu sistem çocuklar arasında ayrım yapmaz mı? Herkes kendi dininden arkadaşlık kurmayı yeğler ve diğer dinler onun gözünde son derece korkutucu bir şeymiş gibi gelebilir. Hatta aileler bile çocuklarının kendi dinlerinden olan çocuklarla arkadaşlık kurmasını isteyebilir. Yani çocuklar arası eşitsizlik ve ayrımcılığı da ortaya çıkarabilir. Bir başka olumsuz yön; 9 yaşındaki bir çocuğun gerekli yeteneklerini ortaya çıkarması açısından acaba yeterli bir yaş mı? Çocuğun belli bir takım yetenekleri daha sonradan da ortaya çıkabilir. Bu sebeple yanlış bir seçimde bulunabilir. Zaten o yaştaki çocuğun özerk bir birey gibi seçme tercihinde bulunması ne kadar doğru olur bu donanıma ne kadar sahip ki seçme imkanı olsun? Bugün 20'li yaşlardaki biz gençler bile hayatımızla ilgili yanlış seçimler de bulunabiliyor, yanlış kararlar alabiliyoruz ki bunu 9 yaşındaki bir çocuğun eline bırakmak dengesizlik yaratabilir. Aile yönlendirecek olsa dahi acaba doğru mu yönlendirecek? Burada çocuğa, pedagoglara ve aileye çok büyük bir iş düşüyor. Ha ayrıca bu tartışmalar sürerken anaokulları ne olacak hiçbir bilgimiz yok. Umarım bu ve benzeri birtakım kafa kurcalayıcı sorulara en kısa zamanda cevap buluruz.
Evet iyisiyle kötüsüyle nacizane görüşlerimi sizlere sunmaya çalıştım. Her zaman için de tek bir açıdan bakmamayı ve daha geniş düşünmeyi yeğlerim. Bir yargıya varacaksak dahi kimden ve nereden geldiğine bakmaksızın; topluma ve ülkemize ne gibi katkısı olur diye düşünmeli, bu bakış açısıyla değerlendirmeyi denemeliyiz. İnsanların da tek açıdan bakmamasını ve önyargılarını kırması kanaatindeyim. Şimdi ise karar sizin...
8 Nisan 2012 Pazar
Eğitim Sistemi
Şuan üniversite 3.sınıfta bir öğrenci olarak ne yazık ki eğitim sistemindeki değişiklikleri takip edememekteyim.Ben üniversite sınavına gireli alt tarafı 3 yıl oldu fakat 30 yıl gibi bir sürede yaşanılması gereken değişiklikler 3 yılda yaşandı.Önce puan sistemi değiştirildi,katsayı farkı ortadan kalktı,ardından kademeli sınav sistemi geldi ve en son olarak da sınav sistemini kaldırmaya karar verdiler derken BKS(birkaç kez sınav) sisteminin geleceği açıklandı.Tabi daha kaçırdığım ya da içinde olmadığımdan dolayı bilemediğim ufak ayrıntılar da olabilir.Evet bu bahsettiğim büyük değişiklikler 3 yıl gibi bir sürede yaşandı.Sınavlar tamamen kalkıyor haberi ortaya atılırken bir anda farklı bir düzenleme daha getirildi.Bu da BKS sistemi...Belki iyi bir sistem olacak çünkü öğrencilerin altında bulundukları stresten kurtulmasının bir çeşit çözümü.Adayın bir defada yapmasına zorlandığı sınav,birkaç defaya yayılacak en yüksek aldığı puanı geçerli olacak.Gençlerimiz için hem çalışmayı teşvik edici hem stres azaltıcı bir sistem oluşturacağını düşünüyorum.Hiçbir ayrım yapılmadan herkes özgürce ve emeği karşısında eğitimdeki yerini almış olacak.Fakat bu eğitimdeki oynamalar bir hayli arttı ne veliler yetişebilmekte ne de çocuklar...
Her düzen arkasından yeni bir düzeni getirmekte bir türlü yerli yerine oturtulamamaktadır.Artık eğitim sistemindeki nicel oynamalardan vazgeçip,nitel anlamda bir ağırlık vermeyi denesek derim.Aslında buna öğretmenlerle başlasak hiç fena olmaz.Bu kutsal mesleğe sahip olupta hakkını vermeyen,veremeyen onca öğretmen varken...Çünkü doktor bir hastayı öldürürken,öğretmen bir nesli öldürebilir.Bu tehlikenin farkında olup gelecek kuşağın sahipleri olan çocuklarımızı emanet ettiğimiz kişiler özenle bu mesleğe seçilmelidir.Eğer bir yöntem değiştirilecekse bu öğretmenlerden başlanmalıdır.
Sosyologların Değeri ve Önemi
İnsanların yapısı ve mahiyeti onların bir arada yaşamasını gerektirmiş ve böylece toplum hayatı ortaya çıkmıştır.Sosyologlar;toplum hayatını enine boyuna sorgulamayı,sosyolojik bakış açısıyla olayları açıklamayı kendine amaç edinir.Bütüncül bir bakış açısı sergiler.Sosyolojik bakış açısı;sosyolojinin toplumsal olaylara nasıl yaklaştığını, nasıl incelediğini,sosyolojinin olayları incelemesinin diğer sosyal bilimlerden nasıl farklı olduğuyla ilgilidir.Böylece olaya ya da konuya çok yönlülük katar.Tek bir kapıdan bakma olanağını ortadan kaldırır.Altında yatan tüm toplumsal koşulları önümüze sererek geniş düşünmemizi sağlar.Örneğin bugün gündemde olan 4+4+4 eğitim sistemiyle ilgili belki bir öğretmen sadece çocukların eğitimi için,belki bir doktor çocukların bedensel gelişimi için,bir psikolog çocukların psikolojik gelişimi açısından konuyu gözetirken bir sosyolog ise genel bir yaklaşımla içinde bütün kurumları harmanlar ve öyle açıklamaya çalışır.Bunun olumlu ve olumsuz sonuçlarını ortaya koyar,bu esnada toplumun ekonomik,sosyal,tarihsel,siyasal,kültürel,dini,ahlaki v.s şartlarıyla da ilişkilendirerek değerlendirir.Ardından sistemin getirebileceği değişiklikleri tahlil olarak bizlere sunar.Sorunlara ve çözümlerine kadar derinlemesine bir analiz yapar.Topluma ışık tutarak konuyu irdeler.Her şeyden önemlisi sosyolog,insanın olduğu her kurum ve kuruluşa el atabilir.Kişinin geniş düşünme yetisini geliştirir,sorgulamaya ve açıklamaya yönlendirir.Özellikle toplumsal yaşamda kaos ve kargaşa yerine düzenliliğin olduğunu ortaya koymaya çalışır.
Fakat bugün sosyoloji bölümünü okuyan birçok öğrencinin maruz kaldığı 'Mezun olunca ne olacaksın,sosyoloji ne demek,ne iş yapıyor' v.s gibi soruları radikal bir şekilde silinmesine çare bulunmalıdır.İnsanları bilinçli bir şekilde bilgilendirilmesi bu açıdan önemlidir.Toplumsal sorumluluklarını yerine getirebilmesi ve sosyoloji bilimine hak ettiği saygınlığı kazandırabilmesi için sosyologların önünü açmalıyız.Daha yaşanabilir,daha özgür,daha açıklanabilir bir dünyada sosyologları hayat alanımıza dahil etmeliyiz...
Fakat bugün sosyoloji bölümünü okuyan birçok öğrencinin maruz kaldığı 'Mezun olunca ne olacaksın,sosyoloji ne demek,ne iş yapıyor' v.s gibi soruları radikal bir şekilde silinmesine çare bulunmalıdır.İnsanları bilinçli bir şekilde bilgilendirilmesi bu açıdan önemlidir.Toplumsal sorumluluklarını yerine getirebilmesi ve sosyoloji bilimine hak ettiği saygınlığı kazandırabilmesi için sosyologların önünü açmalıyız.Daha yaşanabilir,daha özgür,daha açıklanabilir bir dünyada sosyologları hayat alanımıza dahil etmeliyiz...
Sosyologların Toplumu Anladığı Kadar Toplum Sosyologları Anlıyor Mu?
Öncelikle sosyolojiyi ve sosyoloğu tanımlayarak başlamak istiyorum.Sosyoloji genel olarak toplum bilimi demektir.Yani insan ve insan gruplarının ilişkilerini,toplumun yapısını,işlevlerini,bu yapı ve işlevlere bağlı olarak meydana gelen değişmeleri,bunların sonucunda ortaya çıkan toplumsal sorunları birtakım özgün yöntemlerle inceleyen bir bilim dalıdır.İnsanın,sosyal diye vasıflandırabileceği bütün davranışlar sosyolojinin ilgi alanına girmektedir.Sosyolog ise toplum bilimcidir.Sosyolojinin tanımından yola çıkarak sosyologlar,insan ilişkilerini ve davranışlarını toplumsal yapı ve değişme çerçevesinde araştıran sosyal bilimcidir.Yani sosyolojik bakış açısıyla toplumu kendine merkez alır.Toplumun yapısını keşfetme, toplumdaki grupları bir arada tutan veya onları birbirinden ayıran güçlerin neler olduğunu ortaya koyma, toplumsal yaşamı değiştiren ve dönüştüren koşulları tahlil etme,sosyal davranışı toplumsal bağlam içerisinde açıklama gibi toplumsal temellere dayanan çok önemli işlevleri yerine getirmeyi amaç edinir.Buradan hareketle insanların bulunduğu her kurumda sosyologların görev yapması ve önemi yadsınamaz.
Modern toplumların sosyologlara ihtiyaçları vardır.Çünkü sosyoloji modern toplumun gelişmesini ortaya koyar.Böylelikle toplumda var olan problemleri sosyolojik bakış açısıyla ele alıp çözümlemeye çalışır,tahliller sunar.Sosyologların yaptığı çalışmalarla toplum refahını sağlayıp,topluma yön verebiliriz.Çünkü sosyoloji toplumsal değişimde ya da var olan düzende anlama ve açıklama yaparak kendi disiplinini oluşturur.İçinde yaşadığımız toplumun ekonomik yapısı,dini yapısı,aile düzeni,kültür yapısı,eğitim sistemi,yönetim biçimi,sosyopolitik yapısı,nüfusu,ahlak anlayışı v.s sosyal davranışlarımızı şekillendirir.Sosyoloji de bu kurumları inceler,insan davranışlarının nedenlerini anlamaya çalışır.Her olgunun altında yatan birtakım sosyolojik sebepleri ortaya çıkarmaya çalışır.Bu konuya Ziya Gökalp'in sosyoloji anlayışından devam etmek istiyorum.Ziya Gökalp genel medeniyetleri ve kültürleri karşılaştırarak toplumlara istenilen yönü vermesi açısından sosyologların son derece önemli bir rolü olduğunu belirtmiştir.Toplumun ilerlemesi konusunda bir engel varsa;ancak sosyologlar bu engeli aşmakta yardımcı olurlar.İlerlemiş toplumun sosyologlarla olacağı savını ortaya koymuştur.Yine aynı şekilde Prens Sebahattin de bir ülkeyi kalkındırmanın yolu sosyolojik çalışmalar yapılmasından geçtiğini vurgulamaktadır.Aynı zamanda sosyolojiyi sorun çözme aracı olarak görür.
Peki sosyologların toplumu anladığı kadar toplum sosyologları biraz olsun anlıyor mu?Bugün sosyologlara ne kadar değer veriliyor ya da ne kadar imkan sunuluyor?Örneğin televizyonlarda kaç tane sosyolog görmekteyiz?Uzmanlığı olmadığı halde birçok insan sosyologların görevini üstlenmeye çalışmaktadır.Acaba sosyolog eksikliği mi var yoksa sosyologlara söz hakkı verilmiyor mu?Eksiklik varsa dahi sosyoloji mezunları neden o kadar yüksek puanlarla atamaları gerçekleşiyor?Evet işte gerek KPSS'deki atama puanları açısından gerekse kamu kuruluşunda bulundurulan sosyologların sayısı ne yazık ki oldukça kısıtlı.Toplumun önemli unsurları haline getirilmesi gerekilen sosyologların,çalışma sahasının genişletilmesi lazımdır.Okullarda,hastanelerde,bakanlıklarda,sosyal hizmet kuruluşlarında,özel sektör alanlarında sosyologların bulundurulması şarttır.Topluma,aileye ve sosyal politikalara sosyolojik bakışın kazandırılması gerekir.Emniyette polis,orduda asker,hastanede doktor,okullarda öğretmen ne ise sosyal politikalarda da sosyolog o olmalıdır.Çünkü toplumu kalkındırmanın yolu sosyolog istihdamından geçmektedir.Bu sebeple bizlere düşen görev;sesimizi ulaşabildiğimiz en uç noktalara ulaştırmak,sosyologların değerini ve önemini insanlara aşılamaya çalışmaktır.
Modern toplumların sosyologlara ihtiyaçları vardır.Çünkü sosyoloji modern toplumun gelişmesini ortaya koyar.Böylelikle toplumda var olan problemleri sosyolojik bakış açısıyla ele alıp çözümlemeye çalışır,tahliller sunar.Sosyologların yaptığı çalışmalarla toplum refahını sağlayıp,topluma yön verebiliriz.Çünkü sosyoloji toplumsal değişimde ya da var olan düzende anlama ve açıklama yaparak kendi disiplinini oluşturur.İçinde yaşadığımız toplumun ekonomik yapısı,dini yapısı,aile düzeni,kültür yapısı,eğitim sistemi,yönetim biçimi,sosyopolitik yapısı,nüfusu,ahlak anlayışı v.s sosyal davranışlarımızı şekillendirir.Sosyoloji de bu kurumları inceler,insan davranışlarının nedenlerini anlamaya çalışır.Her olgunun altında yatan birtakım sosyolojik sebepleri ortaya çıkarmaya çalışır.Bu konuya Ziya Gökalp'in sosyoloji anlayışından devam etmek istiyorum.Ziya Gökalp genel medeniyetleri ve kültürleri karşılaştırarak toplumlara istenilen yönü vermesi açısından sosyologların son derece önemli bir rolü olduğunu belirtmiştir.Toplumun ilerlemesi konusunda bir engel varsa;ancak sosyologlar bu engeli aşmakta yardımcı olurlar.İlerlemiş toplumun sosyologlarla olacağı savını ortaya koymuştur.Yine aynı şekilde Prens Sebahattin de bir ülkeyi kalkındırmanın yolu sosyolojik çalışmalar yapılmasından geçtiğini vurgulamaktadır.Aynı zamanda sosyolojiyi sorun çözme aracı olarak görür.
Peki sosyologların toplumu anladığı kadar toplum sosyologları biraz olsun anlıyor mu?Bugün sosyologlara ne kadar değer veriliyor ya da ne kadar imkan sunuluyor?Örneğin televizyonlarda kaç tane sosyolog görmekteyiz?Uzmanlığı olmadığı halde birçok insan sosyologların görevini üstlenmeye çalışmaktadır.Acaba sosyolog eksikliği mi var yoksa sosyologlara söz hakkı verilmiyor mu?Eksiklik varsa dahi sosyoloji mezunları neden o kadar yüksek puanlarla atamaları gerçekleşiyor?Evet işte gerek KPSS'deki atama puanları açısından gerekse kamu kuruluşunda bulundurulan sosyologların sayısı ne yazık ki oldukça kısıtlı.Toplumun önemli unsurları haline getirilmesi gerekilen sosyologların,çalışma sahasının genişletilmesi lazımdır.Okullarda,hastanelerde,bakanlıklarda,sosyal hizmet kuruluşlarında,özel sektör alanlarında sosyologların bulundurulması şarttır.Topluma,aileye ve sosyal politikalara sosyolojik bakışın kazandırılması gerekir.Emniyette polis,orduda asker,hastanede doktor,okullarda öğretmen ne ise sosyal politikalarda da sosyolog o olmalıdır.Çünkü toplumu kalkındırmanın yolu sosyolog istihdamından geçmektedir.Bu sebeple bizlere düşen görev;sesimizi ulaşabildiğimiz en uç noktalara ulaştırmak,sosyologların değerini ve önemini insanlara aşılamaya çalışmaktır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)